8 Ağustos 2012 Çarşamba

25.07.2012 İkinci Bölüm


       Aslında havaalanı binası içinde bisikletlerin yürümesi alışılmış bir manzara değil, hatta yasak bile olabilir. Ancak, gerçek muhatabını bulabilse fiziksel şiddet eğilimi gösterebilecek, kayışı sıyrılmış, oyuncağı kırılmış, en kıymetli tatil planına çomak sokulmuş üç güdümlü genç erkeğin önüne çıkmıyor kimse. Tabii ki sürmüyorlar bisikletlerini o kadar da değil, ama neredeyse herkesin nedense ucu ucuna yetişme halinde olduğu bir alanda üç araçlık bir konvoy oluşturmak pek medeni bir davranış olmadı; hiçbirinin umurunda değil. Nereye gittiklerini bilmediklerini iddia edemez kimse, ne yapmaları gerektiğini bilmediklerini söylesem hiçbiriniz inanmazsınız, daha çok taammüden cinayetten hüküm giymek veya suç önleme timinin saldırısına uğramak üzere gibi görünüyorlar. Aralarında konuşmuyorlar, sadece havalimanının geniş koridorunda yolunu değiştirdikleri insanlardan nazikçe özür dileyerek tasarlanmış adımlarla yürüyorlar. Havaalanının diğer kanadına yaklaştıklarında daha yaşlıca olan aniden durduruyor diğerlerini, bir fikir veya bir çıkış yolu var yüzünde. Cebindeki telefonu beyaz bisikletin sahibine (bundan sonra sadece beyaz olarak anılacak) uzatıyor ve bir telefon zinciri başlıyor. Beş altı dakika boyunca koridorun tam ortasında geçişe ciddi anlamda engel olarak bekliyorlar, ikinci konuşmanın sonunda vur emri gelmiş savaş uçağı benzeri bir manevra ile hemen bulundukları noktada ana koridoru dik kesen daha küçük bir koridora sapana kadar. Otuz adım ileride Beyaz cam bir kapıyı açıyor, Beyaz ve Kırmızı, bisikletleri ile içeri giriyorlar. Altın Sarısı (diğerlerine göre daha yaşlı görünen)  bisikleti ile dışarıda kalıyor ve ilk iş olarak sırtındaki çantayı yere indiriyor. Bu koridor ana koridora göre çok daha sakin, yalnızca iki üç dakikada bir cam kapılardan birinden çıkan bir kadın ya da erkek bir diğerine giriyor veya koridorun sonundaki asansörden inen birileri koridor boyunca yürüyerek kalabalığın akıntısına kapılıyor. Bu sıradanlığı bozan olaylar şimdiye kadar dikkat etmediğim küçük bir ayrıntı ile başladı. Önce Altın Sarısı’nın telefonu çaldı, tek kelimelik yanıtı bir saniyeden kısa sürdü. Hemen sonra çantasının yanına diz çöktü ve daha önce orada olduğunu görmediğim, çantanın askısına iliştirilmiş küçük bir telsiz ile kısık denebilecek bir sesle konuşmaya başladı. Kısa satırlarla kısa kesilen diyalogun sonunda telsizi asılı olduğu yerde bırakarak ayağa kalktı. Zoraki sayılabilecek bir ilgi ile etrafını incelemeye koyuldu, Beyaz ile Kırmızı’nın girdikleri cam kapının üzerindeki “aşağıdaki listede adı geçen havayolu şirketlerinden biri ile uçtuysanız kayıp bavullarınız için lütfen 502 numaralı odaya gidiniz” yazısını birkaç kez okudu. Asansörden inen güzel bir kadını koridorun başında kaybolana dek seyretti. Telsizden fısıltı sayılabilecek bir sesle gelen ikinci bir çağrıya kadar bu döngü iki kez daha yinelendi. Çevik bir hareketle çantasını sırtına attığında telsizdeki kişinin sözleri henüz tamamlanmamıştı. Altın Sarısı, bir eliyle telsizin konuşma düğmesini basılı tutarken diğeri ile bisikletini ensesinden yakaladığı gibi koridorun başına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Ana koridoru, hemen herkesi bir an durdurarak diklemesine kesip, hemen karşısına denk gelen kapıdan dışarı, yeniden havaalanı otoparkına çıktı.  Bacağını savuracak kadar alan bulur bulmaz bisikletine atladı ve yürümüş oldukları ana koridorun aksi yönünde sürmeye başladı. On pedal saymadan bisikletleri kurdukları yere vardı ve yerleri araştırmaya başladı. Giriş kapısının içindeki çöpe baktı, yeni toplanmıştı. Bisikleti elinde 5 numaralı kapıdan yeniden içeri girdi.
    
         Daha yarım saat geçmeden şu kazulet kutuyu gönderen genç adam geri döndü. Umutsuz bir yüz ifadesi ile az önce teslim ettiği kutusundan kesip çöpe attığımız bagaj fişini bulup bulamayacağımızı soruyordu. İlk görüşmemizden farklı olarak hatasız ve akıcı konuştuğuna göre önceden hazırlanmış bir cümleydi duyduğum. Söylediği gibi kutunun sapına yapıştırılmış “acil yollanacak” etiketini taşımayı zorlaştırdığı için kesip çöpe atmıştık. Peki şimdi ne yapmalıyım? Etiket konusunda kimse beni bilgilendirmedi, geri geleceğini bilmiyordum. Etrafa bakınır gibi yaparken etikete bir göz attım, çöp kutusunda duruyordu; buruşturulmuş bir kağıt yarısını örtmüştü. Ne yapacağıma karar veremedim, ona yardım etmeli miyim? Önceki direktif doğrultusunda yaptığım şeyin bu genç adamın işini kolaylaştıracağını pek sanmıyorum, peki ya şimdi? Şimdi neden yardım edecekmişim? Sesini yeniden duyduğumda irkildim, fazla oyalanmış olmalıyım. Gülümseyen bir yüzle etiketin olduğu çöp kutusunu parmağıyla işaret ediyordu. “Tam şu çöpe atmıştınız, bir kez daha göz atarsanız sevinirim bu bizim için oldukça önemli”. Panik, zaman kazanmak için ellerimi masada gezdirdim, yanlış bir şey yapmak istemiyordum ve gömleğimin içinden yalazlanan ısı beni nefessiz bırakarak hareket etmeye zorluyordu. Sonunda ellerim emrimden çıktı, içgüdüsel bir hareket ile çöpten etiketi alıp bizi birbirimizden ayıran camdaki küçük deliğe uzattım. Bir an gözleri parıldadı, yıllardır bu gişede aldığım en içten teşekkürü sundu bana ve gülümseyerek uzaklaştı. Umarım doğru olanı yapmışımdır, ve şu var ki yaptığım bana kendimi çok iyi hissettirdi. Dahası kötü biri olmayı hiç istemem, umarım doğru olanı yapmışımdır. 

6 Ağustos 2012 Pazartesi

25.07.2012 Birinci bölüm


         Cenevre Havalimanı. 5 numaralı çıkışın hemen dışındaki gölgeliğe üç tezgahlık yeni bir perşembe pazarı yayılmış. Her bir tezgahın önünde, hızlandırılmış bir film gibi birer tane bisiklet şekilleniyor. Tezgahlardan parçalar birer birer eksilip kimi zaman yan kimi zaman ters çevrilen bisikletlerdeki yerini alıyor. Alet edevat trafiğinden, ellerindeki gereçlerin sınırlı olduğunu anlayabiliriz. Daha net olmak gerekirse üç bisiklet için iki Allen anahtar bir tane de kurbağacıkları, altı teker için ise sadece bir pompaları var. Sık sık üretim bantlarından birinde, yağlı ve tutulması zor parçaları birbirine güçlükle iliştirmiş vaziyette aletsiz kalan biri ya sesini yükseltiyor ya da dişlerinin arasından küfrediyor. Zaman ilerledikçe, sıcaklık yükseldikçe küfürler büyüyor ve tamlama zincirleri uzamaya başlıyor. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu belli aslında, bu kadar uzun sürmemesi gerekirdi. Otopark köşesinde bisiklet imalatına soyunduklarına göre bu insanların bu işi daha önce deneyimlemiş olduklarını düşünüyor insan. Ancak dediğim gibi bir aksilik var, bisiklet şekli kazanan metaller bisiklet işlevi kazanamıyor bir türlü. Rayında dönebilen bir teker, teker dönse bile bunu durdurabilecek bir fren vücut bulabilmiş değil. Derken bir tanesi, altın sarısı bir bisiklet, teker üzerine kalkabildi. Binicisini sırtına aldı ve gezici sirk kumpanyası gibi bir gürültüyle bir tur attı tezgahtan yola kadar. Havalimanı çıkışlarından birinin rampasını indi ama çıkamadı. Tezgaha geri döndü ve tekerlekleri tanı ve tedavi amacıyla yine havaya dikildi. Altın sarısını takiben kırmızı bisikletin ustası da bir deneme sürüşüne çıktı, turunu atıp tezgahın yanındaki duvara yaslandı ama ustasının bir karışa asılmış suratında memnuniyet veya tatmin adına bir ifadeye rastlanmadı. Havanın bütün harareti şimdi beyaz bisikletin arka tekeri çevresinde toplanmış durumda. Var olan bütün olanakların seferber edildiğini söyleyebilirim bu mekanik acil vaka için. Her üçü de diz çökmüş, arka tekeri uzaklaştırılmış olan bisikletin başına, sahibi olduğunu düşündüğümün mikrocerrahi veya varak işçiliği hassaslığında küçük bir parçayı incelediğini görüyorum. Bu üç kişiyi tanıyanlar için alışılmamış bir durum olsa gerek, kimseden bir çözüm önerisi gelmiyor veya diğerleri inceleme alanına parmağını sokmuyor. İzlenmesi gereken yol (algoritma) hepsinin bildiği ve doğru bulduğu bir seçenek veya son seçenek bunu bilemeyiz. Üçüncü dakika dolmadan birinci operatör bok gibi bir suratla masayı terk ediyor. Diğer ikisi halen düğün günü ayak bileği kırılmış gelin gibi yatan bembeyaz bisikletin başında saygıdan mı, çaresizlikten mi, dokunmadan sorunun boyutlarını tartıyorlar. Kısa süre sonra üçü de ayağa kalkıyor ve konuşmaya başlıyorlar. Önce kollar yana düşüyor, başlar yana eğiliyor; belli ki her şeyden vazgeçiliyor, yenilgi. Sonra eller havada uçuşmaya, parmaklar hararetli tariflerle savrulmaya başlıyor, direniş. Çantalardan ceplerden gizli silahlar ortaya dökülüyor ve bu küheylanın saat iki’lere gelirken yola fırlamasını engelleyen her ne ise, hiç olmamış saymaya çalışılıyor. Geçici olsa da olur, gerçek bir atölyesi ve ikiden fazla aleti olan bir bisikletçiye kadar. Karar verdikleri ve uyguladıkları da bu oldu, ancak işlem süresinden ne kadar tel maşa bir tespit koydukları anlaşılabilir.  Sonra film yine hızlandı, tezgahlar erketesi zabıta görmüş gibi bir süratle toplanıverdi. Kırmızı ve beyaz bisikletleri taşıyan çantalar katlanıp altın rengi bisikletin kutusuna yerleştirildi. Sonra sihir işin içine girdi ve bisikletleri sarıp sarmaladıkları onca sünger ve balonlu ambalaj da kutunun içine sığdı. İki kişi kutunun üzerine oturdu, diğeri de kapattı. Sığdıramadıkları ambalajları çöpe attılar (iki kişi ve ancak iki seferde) kıyamayarak, sanki bu hareketleri bisikletlerini tamamen korumasız bırakacaktı. Aralarında en yaşlı olanı (bunu yazdığımda bu kişilerin aynı yaşta olduklarına dair bilgi henüz elime ulaşmamıştı.) tıka basa doldurdukları kutuyu güçlükle sürükleyerek 5 numaralı giriş kapısına yöneldi, diğer ikisi ise kalan eşyaları çantalara paylaştırdılar.

        Genç adam normal boyutlardaki bir cesedi fazla parçalamadan dahi rahatlıkla taşıyabileceğiniz büyüklükteki bir kutuyu peşinden sürükleyerek postaneye girdiğinde bütün gözlerin ona çevrilmesi kaçınılmazdı. Daha önce tekrarlanmış otomatik hareketlerle numeratörden sıra numarası aldı, kutusunu duvar kenarındaki sandalyelerin tarafına doğru itekledi, kendisi de hemen en yakındaki sandalyeye oturup sırasını beklemeye ve etrafı incelemeye başladı. On dakika sonra elindeki kağıtta yazan sayı elektronik ekranla eşleşti ve adam ayağa kalkarak yanıp sönen okun işaret ettiği gişeye geldi. Tozlanmış ancak aksanlı bir Fransızcayla kutusunu Belçika’ya “seyahat ettirmek” istediğini söyledi. Ona gerekli formları verdim ve başkalarına yardımcı olabilmem için biraz ilerideki masada doldurmasını rica ettim. Gülümseyerek başıyla onayladı ve kendinden büyük oyuncak ayısını peşinden sürükleyen küçük bir çocuk gibi yalpalayarak uzaklaştı. 10 saniye geçmeden de geri gelip kalem istedi, ama bu sefer İngilizce konuşarak. Bana formu geri getirdiğinde, öngörüldüğü gibi önemli bir kısmının eksik olduğunu gördüm ve söylendiği gibi gönderi içeriği kısmında “ticari mal” kutusunu işaretledim. Daha sonra valizi kapıdan içeri alıp tarttım, gerçekten de tam 20 kilo 600 gram geldi. Yüz ifadesinden bu kadar ağır olmasını beklemediğini tahmin ettim, şaşkınlık içinde 79 franklık ücreti 100 franklık tek bir banknot ile ödedi, ona verdiğim evrakları ve faturasını özenle katlayıp cüzdanına koydu. Yine Fransızca bana iyi günler dileyip uzaklaştı. Hepsi bu.

        Yaşlı olan geri döndüğünde diğer ikisi toplanmayı neredeyse bitirmişlerdi. Çantalarını birer birer sırtlarına aldılar, daha yaşlı olanın çantanın ağırlığından hafifçe sarsılması dikkatimi çekti. Son iki buçuk saatlerini geçirdikleri otopark köşesine son bir göz atıp bisikletleri ile uzaklaştılar ve ben hayatımda ilk kez bir bisikletin topalladığını gördüm.




2 Ağustos 2012 Perşembe

Brüksel

Brüksel. Akşam. Dinant şehrinin 10 kilometre berisindeki Celles kasabasından yola çıkıp hava kararmadan Brüksel'deki otelimize vardık ve toplam 830 kilometre süren turumuz sona erdi. İlk bakışta her şey yerli yerinde, hepimiz tek parçayız en önemlisi de bu zaten. Ama daha yakından baktığınızda, bütün yolculuklarda olduğu gibi, varış noktasında yola çıkan kişiler olmadığımızı görürsünüz. Fiziksel zayiat çok ciddi boyutta değil. Ben hiç düşmedim, Deniz'in Freiburg yolunda bir tabelayla yakın münasebeti neticesinde sol uyluğunda rengarenk bir çürüğü, Çağrı'nın ise Strasbourg otoyolunda ters yönde giderken alvüvyona girmesi sonucunda sağ dizinde biraz deri eksiği var. Üzerinden birkaç yaz geçse dahi düzelmeyecek amele yanıklarımız (iki yıl öncekiler halen duruyor..) ve kurbağa bacaklarımız da kalıcı izler arasında. Taşıdığımız yüklerden belimiz ağrıyor elbette ama asıl oturga kemikleri (lan?) ile sele arasındaki popo katmanının durumu içler acısı. Omuzlarda çanta askılarına bağlı cilt sorunları, el bileğinde ağrılar, muhtemel sinir sıkışmasına bağlı parmaklarda uyuşmalar şu an hissedebildiğim veya bana gelen diğer şikayetler. Bütün bunlar iyileşir, gerçekten sorun değil, hatta haftaya yine sahil yolunda mangal kokularını yara yara süreriz bisikletlerimizi. Önemli olan yolun ve önüne çıkardıklarının senin değişmez parçalarında bıraktığı izler.

Yorgunluk için yeni bir tanım var artık kafamda, ne ki bunu size açıklayabilmem çok zor. Bedenimizin bir gece boyunca iyi bir uykuyla dahi kendini dinlendiremediği, dolayısıyla biriken yorgunluk denen o yıpratıcı ve dahası zamanından önce yaşlandırıcı süreci tattırdık kendimize. Bunun sağlıklı bir ruh kapsamında açıklanabilecek bir nedeni var elbette, beden gücünün sınırlarını görmek oluru varsa itelemek. Huzur ve bütünlük içinde bir zihin, beraberinde taşıyabildiğin bütün itici güçlerin ve yanında kendini daha dayanıklı hissettiğin dostların varken ne kadar ayakta kalabiliyorsun, yanıt aradığımız soru bu. Çünkü hayatının arta kalan kısmında tel daima bundan önce kopacak. Bu noktada aklında 'zaten yeterince derdiniz yok mu? Neden böyle bir tatbikata gereksinim duyuyorsunuz?' sorusu olanlarımıza da 'gezmek ve farklı kültürler tanımak için' demek istiyorum.

Bu seneki, birlikte yaptığımız her şey gibi artık gelenekselleşen, sonu henüz belli olmayan bir maratonun sadece küçük bir parçası. Edinburgh'dan Napoli'ye giden yolda bulunmadığımız çok az yer kaldı (nereden baksan yüz kilometre asfalt ve bir sıra dağ..) Biz kendimize ve bu yazılanlardan haberdar olanlara, bu uzaklıkların yalnız insan gücü ile aşılabileceğini ispat etmeye çalışıyor ve bunu şiddetle öneriyoruz. Turistlerin kaldırım taşlarını aşındırdığı şehirlerin, yol boyunca içinden geçtiğimiz hayatın şatafatlı bir canlandırması olduğunun farkına varmak gerek. Bir hafta içinde üç şehrin altışar meydanını turlamak ile büyük ekranda o ülke ile ilgili slayt gösterisi izlemek arasında hiçbir fark yoktur. Biz bu nedenle gezmek yerine içinden geçmek söylemini öneriyoruz. Bunu daha sonra fotoğraflarla açıklayacağım.
Bu gece Brüksel'deki son gecemiz, saat on bir. Yarın sabah kalkıp bisikletlerimizi demonte edeceğiz ve kötü şansa sabrımızı sınaması için yepyeni şanslar vereceğiz. Şimdi gidip Grand Place çevresinde bir şeyler içelim ve içimizde biriken yorgunluk elverdiğince ayakta kalalım.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Saarbruecken. Altıncı günün sabahı. Kendime geldiğimde saat 9'a geliyordu. Çağrı yeni uyanmıştı, Deniz ise bir saat kadar önce kalkmış son 15 dakikadır da bizim doğal yollarla uyanabilmemiz için küçük gürültücükler yapıyordu(muş). Daha sonra anlatacağım ve muhtemelen o haliyle bisiklet tarihine geçecek sürüş sonrası otelimize ancak geceyarısı varabilmiştik. Bugünkü etap (saarbruecken-luksembubrg) dünkü kadar uzun değil, ne var ki şimdiye kadar hiçbir etap google earth ekranında saydığımız mesafede çıkmadığından temkinli davranmakta fayda var. Pedal bastığımızda saat 12'ye geliyordu. Otelin önündeki ana yolu batıya doğru takip edip bir kaç cadde geçtikten sonra kanala vardık. Burada bulmayı umduğumuz kanal (ya da nehir o kadar istemeye istemeye akıyor ki buna karar vermek zor) boyu bisiklet yolu bütün doğal güzellikleri ve sevimli yeşil yol tabelaları ile bizi bekliyordu. Biraz ısındıktan sonra yaklaşık 25 km/saatlik bir ritm ile ilk geçeceğimiz kasaba olan Völklingene ulaştık. Hava son iki gündür serinledi, rüzgarlık niyetine kullandığımız yağmurluklarımıza (quechua, decathlon istanbul) her geçen gün daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Bu sabah da uzun kollu ile başladık, karşıdan bizi durdurmak için yola çıkmış rüzgar, terli bağırda çıplak sırta değen buzluk kapağı etkisi yaratmaya başladığında da yağmurluğumuzu giydik. Turun başında, ya esmediğinden ya da bizi arkamızdan ittirdiğinden varlığından habersiz olduğumuz rüzgar son iki gündür hızımıza kastetti. O kadar ki, kimi zaman dik bir yokuşun başında bir ağaçlığın arasına saklanıp tam eğimle cebelleşirken karşıdan yükleniveriyor. Nadiren de 50 km hızla, kazandığımız rakımları bozdururken sinsice yandan vurup bizi yolun dışına atmaya çalışıyor. Bizim roller coaster adını verdiğimiz seri in-çık tepeler rüzgarın bize karşı bilinçli ve organize saldırdığının son ispatı. İhlas sauna eşofmanı etkili yağmurluk içinde yokuş çıkarken ter içinde kalıp tam tepede ayazı yedirmek, bununla da kalmayıp söz konusu yokuşu takip eden inişte tam anlamıyla bir air bag işlevi görüp buz gibi soğuttuğu teri gözeneklerimize geri iteklemek aynı rüzgarın marifetleri. Rüzgarın bütün bu çabalarına rağmen ikinci durağımız olan Saarlouis'e bir saat içinde vardık. Bunu takiben de sırasıyla Beckingen ve Meltzig'e ulaşıp bu sonuncunda kazınan midemizi bir cizburger ile susturduk (McDonald's Türkiye'den daha ucuz..) yolun bundan sonrasına karar vermek biraz vaktimizi aldı, iki tırmanış seçeneğinden en çok işimize gelene karar verip nehirden (kanaldı az önce?) ayrıldık. Burada nehrin neredeyse kendi üzerine denebilecek kadar ince bir dönüş yapıp anakaradan yaklaşık 5 km. lik bir appandis oluşturması da, bu tuzağa düşmemek için harcadığımız çaba açısından bahsetmeye değer. Nehirden ve çok sevdiğimiz dümdüz ve araba tacizinden muaf bisiklet yolunun güvencesi ortadannkalkar kalkmaz yokuşun biri çullandı üzerimize. 3 kilometrede yaklaşık 200 metre tırmandıktan sonra kuralmış gibi yine dibe indirip handiyse merdiven dayayabileceğiniz diklikte ikinci bir tane daha verdi. İki yokuş (ve bunların zirvelerindeki iki kasaba) arasında konuştuğumuz muhtar görünümlü amcanın bizi uyardığı gibi. Yokuşları bitirdiğimizde iyice acıkmış ve yorulmuştuk, Nohn isimli ilk zirve kasabasinda yiyecek zırnık yoktu ve umutlar ikinci yokuşun sonuna ertelenmişti. Tezek kokuları arasında iştahımızı korumaya çalışarak (ama ne tezek, artık ne verdilerse o hayvana..) tırmandık. Ulaşmaya çalıştığımız Remich isimli şehir yolun son çeyreğinde ve yaklaşık 20 kilometre uzağımızdaydı. Remich sapağına dönmeden hemen önce bir ara sokakta bir pub hayatımız kurtarmakla kalmadı, nadiren tanıklık ettiğimiz lezzette bir yemek koydu önümüze. Saat 17:20'de yemeğe koyulduk, porsiyonlar normalde de öksüz doyuran mıydı, yoksa halimize mi acıdılar bilmiyorum ama damağımızı çatlatan yemek günün kalan kilometreleri için bir sabotaj kimliği kazandığında bunu hiç önemsemedik. önce bir salata tabağı geldi, soslu kıvırcık salata, börülce-fasülye arası bir baklagilin zeytinyağlı hali (yemekleri Deniz'e mi yazdırsam?) somon, bir parça sürülse de olur ama kaşıklanır da sos gibi ama güzel (??) ve yağa sanki bir gösterilmiş gibi lahana rendesi vardı içinde. Bunun peşinden Deniz ve Çağrı'ya 300'er gramlık görkemli bir et (üzeri peynir kaplıydı) bana da koyu kahve bir sos içinde şinitzel geldi. Almanya'dan çıkmadan şinitzel yenmeliydi zira. Yemegin şanına yarım saat biçtiğimiz aramızı bir saate tamamlayıp pub'daki bütün çakırkeyiflerden yol hakkında yalan yanlış bilgiler ile yeniden pedala bastık. Remich yolu keyifliydi ancak kalp kanı kaslara mı yoksa panama kanalından transatlantik geçirmeye çalışan sindirim sistemine mi yollayacağına karar veremiyordu. Kendimizi çok zorlamadan Remich'e inen tepenin zirvesine tırmandık, buradan bir bisiklet yolu bulup tepenin batı yönündeki eteğinden indik ve devlet sınırı olduğunu öğrendiğinden beri daha kabarık akan bir nehire kurulmuş büyükçe bir köprüden Luxembourg'a girdik (devlet olan). Remich şehri içinden başlayan tırmanış 3 sert etapta ancak sona erdi ve rüzgara yokuşa ve yokuşta sık sık geri gelen şinitzele aldırmadan gün ışığı ile otelimize girdik.
Bütün bunlar bugün olanlar, daha bugün ve önceki günlerle ilgili ankatmak istediğim çok sey var ama etaplar izin vermiyor. Teknik bir sorundan ötürü (bence apple şımarıklığı) blog'umuza resim de koyamıyoruz. Fotoğrafları Çağrı'nın facebook'undaki gruptan takip edebilirsiniz. Yarın Belçika'ya giriyoruz ve Dinant'a gidiyoruz. 130 kilometrelik bir etap. Var mı artıran?

29 Temmuz 2012 Pazar

An itibariyle

Pazar. Her yer kapalı, sokaklarda tek tük insan ya var ya yok. Strasbourg'un tarihindeki en kalabalık ve en boş güne peşisıra tanıklık ediyoruz büyük olasılıkla. Şehirden çıkmamız yaklaşık bir saat ve 15 kilometremize maloluyor. GPS'i olup en fazla yol arayan, yol soran ve en sık kaybolan grubuz. Bugün rüzgar açıkça aldığımız yolun hesabını soruyor. Yolumuz düzenli inip çıkışlarla deniyor bizi. Yerçekimi aşağı doğru asılırken rüzgar tepeden yere bastırınca başını eğmekten başka seçenek kalmıyor. En kalıpsızı 25 litre olan çantalarımızla en fazla bir afgan kamyonu kadar aerodinamik olabildiğimizden, bugün desteğinize ayrıca ihtiyacımız var. Blog'a ve facebook grubuna yazdığınız her bir yorum bir metre rakım kazandıracak gaz veriyor, lütfen arkamızdan ittirmeye devam edin.
Şu an Saverne kasabasında öğle yemeği yiyoruz. Pizza Alanya'da (bildiğin Alanya) dönerimizi yedik (bildiğin döner), önümüzde duvar gibi yükselen tepeye (bildiğin 400 metre) kafa tutmaya gidiyoruz, akşama görüşmek üzere..
Strasbourg, bir mavera ün nehir üzerine kurulmuş. Bizim şehre girdiğimiz gün de bu küçük adacığa en fazla kaç kişi sığarız denemesi yapılıyordu. Senede bir gün yapılan alışveriş festivalinin ortasında teyze ile tezgah arasındaki bir engel olmak hiç akıllıca değil. (Ama yerim olsa o paspastan bir tane de ben alırdım.) Bisikletlerimizi yakındaki bir kapalı otoparka koymak zorunda kaldık bu sefer, otel bir barbie evinden biraz daha büyük olduğu için. Sorunsuz bir gecenin ertesinde akülerimizi doldurmuş yola çıkmaya hazırız. Ayrıntılar günü geldiğinde şekillenir..

3 gün önce

Cenevre havalimanı otopark çıkışında sakin görünen bir köşeye atölyemizi kurduk. Pit stop el çabukluğu ile herkes kendi bisikletini kurmaya başladı. Benim bisikletim sert kutu (business class) içinde seyahat edeceğinden Deniz ve Çağrı kadar sarmalamamıştım, bu nedenle sünger ve blister ambalajları (patpat) aşıp bisiklete varmam daha kısa sürdü. Saat 12'yi geçiyordu ve önümüzde henüz başlanmamış 120 kilometrelik uzun bir etap vardı. kendi bisikletimin ince ayarlarını Deniz'e bırakıp yol arkadaşlarıma yardıma koyuldum. Diğer iki soft case'den çıkan bisikletlerde bir parça diğerini tutmuyordu, cantlar yamulmuş, kaza yapmış çizgi film arabası tekeri gibi yampiri dönüyordu. Yola çıkmadan bakıma soktuğumuz bisikletlerin fren ve vites ayaları darmadağın olmuştu. Hard case'e rağmen benim bisikletimde bile diskler yamulmuş, yuvalarına sürtüyordu. İstanbul' da yağ gibi kayan bisiklet demir doğrama atölyesi kadar ses çıkarıyordu.

Bu ana kadar tanı koyabildiğimiz hasarların hiçbiri tamir edilemez değildi, sadece bisikletçiye gitmemizi gerektiriyordu ve bize iş çıkartarak birinci durağımıza göre saatimizi geçe kaydırıyordu. Saat 1'e gelirken 3 bisiklet de şeklini almıştı. Son ayarlamalar yapılırken Deniz'in tezgahından okkalı bir küfür yükseldi. Arka tekeri rayında rahat dönmyordu, kısa bir muayenenin sonunda arka tekere ait fren diskinin yuvasını (balatalarını) taşıyan iki vida kulağının fren yuvası ile birlikte tekere doğru yamulmuş olduğunu gördük. Tekeri çıkarıp incelediğimizde ise iki kulaktan arkadakinin kırık olduğu ortaya çıktı. Yaklaşık bir dakika süren bir sessizlik ve hareketsizlikten sonra Deniz bina kenarındaki beton çıkıntıya oturdu, derin bir nefesin sonuyla bize tur için şans diledi ve ardından İstanbul'a dönmek için toplanmaya başladı. Saat 1 buçuğa yaklaşırken tura daha başlayamamış, dahası iki kişi kalmıtık.

Bu noktada birkaç teknik ayrıntıya değinmeye gerek duyuyorum. Tek bir vida kulağının kırılması ile koca bir Avrupa şehrinde neden diskalifiye olunur? Olunabiliyorsa da neden o kulak oraya hala konur (trenin son vagonu)? Şöyle ki, disk frenli bisikletlerde balatalarn yuvası ana kadronun uzantısı olan 2 adet kulağa vidalanmış halde bulunur. Bunlardan bir tanesi serbest kalırsa fren yuvasında döner ve zaten milimetrik bir boşlukta hareket eden diski sıkıştırır. Yani frenin tutmaması değil, tekerin dönmemesi söz konusu olur. (Bu ayrıntı tura halen devam eden Deniz'in güvenliği hakkında duyulan endişeler içindir.)