30 Temmuz 2012 Pazartesi

Saarbruecken. Altıncı günün sabahı. Kendime geldiğimde saat 9'a geliyordu. Çağrı yeni uyanmıştı, Deniz ise bir saat kadar önce kalkmış son 15 dakikadır da bizim doğal yollarla uyanabilmemiz için küçük gürültücükler yapıyordu(muş). Daha sonra anlatacağım ve muhtemelen o haliyle bisiklet tarihine geçecek sürüş sonrası otelimize ancak geceyarısı varabilmiştik. Bugünkü etap (saarbruecken-luksembubrg) dünkü kadar uzun değil, ne var ki şimdiye kadar hiçbir etap google earth ekranında saydığımız mesafede çıkmadığından temkinli davranmakta fayda var. Pedal bastığımızda saat 12'ye geliyordu. Otelin önündeki ana yolu batıya doğru takip edip bir kaç cadde geçtikten sonra kanala vardık. Burada bulmayı umduğumuz kanal (ya da nehir o kadar istemeye istemeye akıyor ki buna karar vermek zor) boyu bisiklet yolu bütün doğal güzellikleri ve sevimli yeşil yol tabelaları ile bizi bekliyordu. Biraz ısındıktan sonra yaklaşık 25 km/saatlik bir ritm ile ilk geçeceğimiz kasaba olan Völklingene ulaştık. Hava son iki gündür serinledi, rüzgarlık niyetine kullandığımız yağmurluklarımıza (quechua, decathlon istanbul) her geçen gün daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Bu sabah da uzun kollu ile başladık, karşıdan bizi durdurmak için yola çıkmış rüzgar, terli bağırda çıplak sırta değen buzluk kapağı etkisi yaratmaya başladığında da yağmurluğumuzu giydik. Turun başında, ya esmediğinden ya da bizi arkamızdan ittirdiğinden varlığından habersiz olduğumuz rüzgar son iki gündür hızımıza kastetti. O kadar ki, kimi zaman dik bir yokuşun başında bir ağaçlığın arasına saklanıp tam eğimle cebelleşirken karşıdan yükleniveriyor. Nadiren de 50 km hızla, kazandığımız rakımları bozdururken sinsice yandan vurup bizi yolun dışına atmaya çalışıyor. Bizim roller coaster adını verdiğimiz seri in-çık tepeler rüzgarın bize karşı bilinçli ve organize saldırdığının son ispatı. İhlas sauna eşofmanı etkili yağmurluk içinde yokuş çıkarken ter içinde kalıp tam tepede ayazı yedirmek, bununla da kalmayıp söz konusu yokuşu takip eden inişte tam anlamıyla bir air bag işlevi görüp buz gibi soğuttuğu teri gözeneklerimize geri iteklemek aynı rüzgarın marifetleri. Rüzgarın bütün bu çabalarına rağmen ikinci durağımız olan Saarlouis'e bir saat içinde vardık. Bunu takiben de sırasıyla Beckingen ve Meltzig'e ulaşıp bu sonuncunda kazınan midemizi bir cizburger ile susturduk (McDonald's Türkiye'den daha ucuz..) yolun bundan sonrasına karar vermek biraz vaktimizi aldı, iki tırmanış seçeneğinden en çok işimize gelene karar verip nehirden (kanaldı az önce?) ayrıldık. Burada nehrin neredeyse kendi üzerine denebilecek kadar ince bir dönüş yapıp anakaradan yaklaşık 5 km. lik bir appandis oluşturması da, bu tuzağa düşmemek için harcadığımız çaba açısından bahsetmeye değer. Nehirden ve çok sevdiğimiz dümdüz ve araba tacizinden muaf bisiklet yolunun güvencesi ortadannkalkar kalkmaz yokuşun biri çullandı üzerimize. 3 kilometrede yaklaşık 200 metre tırmandıktan sonra kuralmış gibi yine dibe indirip handiyse merdiven dayayabileceğiniz diklikte ikinci bir tane daha verdi. İki yokuş (ve bunların zirvelerindeki iki kasaba) arasında konuştuğumuz muhtar görünümlü amcanın bizi uyardığı gibi. Yokuşları bitirdiğimizde iyice acıkmış ve yorulmuştuk, Nohn isimli ilk zirve kasabasinda yiyecek zırnık yoktu ve umutlar ikinci yokuşun sonuna ertelenmişti. Tezek kokuları arasında iştahımızı korumaya çalışarak (ama ne tezek, artık ne verdilerse o hayvana..) tırmandık. Ulaşmaya çalıştığımız Remich isimli şehir yolun son çeyreğinde ve yaklaşık 20 kilometre uzağımızdaydı. Remich sapağına dönmeden hemen önce bir ara sokakta bir pub hayatımız kurtarmakla kalmadı, nadiren tanıklık ettiğimiz lezzette bir yemek koydu önümüze. Saat 17:20'de yemeğe koyulduk, porsiyonlar normalde de öksüz doyuran mıydı, yoksa halimize mi acıdılar bilmiyorum ama damağımızı çatlatan yemek günün kalan kilometreleri için bir sabotaj kimliği kazandığında bunu hiç önemsemedik. önce bir salata tabağı geldi, soslu kıvırcık salata, börülce-fasülye arası bir baklagilin zeytinyağlı hali (yemekleri Deniz'e mi yazdırsam?) somon, bir parça sürülse de olur ama kaşıklanır da sos gibi ama güzel (??) ve yağa sanki bir gösterilmiş gibi lahana rendesi vardı içinde. Bunun peşinden Deniz ve Çağrı'ya 300'er gramlık görkemli bir et (üzeri peynir kaplıydı) bana da koyu kahve bir sos içinde şinitzel geldi. Almanya'dan çıkmadan şinitzel yenmeliydi zira. Yemegin şanına yarım saat biçtiğimiz aramızı bir saate tamamlayıp pub'daki bütün çakırkeyiflerden yol hakkında yalan yanlış bilgiler ile yeniden pedala bastık. Remich yolu keyifliydi ancak kalp kanı kaslara mı yoksa panama kanalından transatlantik geçirmeye çalışan sindirim sistemine mi yollayacağına karar veremiyordu. Kendimizi çok zorlamadan Remich'e inen tepenin zirvesine tırmandık, buradan bir bisiklet yolu bulup tepenin batı yönündeki eteğinden indik ve devlet sınırı olduğunu öğrendiğinden beri daha kabarık akan bir nehire kurulmuş büyükçe bir köprüden Luxembourg'a girdik (devlet olan). Remich şehri içinden başlayan tırmanış 3 sert etapta ancak sona erdi ve rüzgara yokuşa ve yokuşta sık sık geri gelen şinitzele aldırmadan gün ışığı ile otelimize girdik.
Bütün bunlar bugün olanlar, daha bugün ve önceki günlerle ilgili ankatmak istediğim çok sey var ama etaplar izin vermiyor. Teknik bir sorundan ötürü (bence apple şımarıklığı) blog'umuza resim de koyamıyoruz. Fotoğrafları Çağrı'nın facebook'undaki gruptan takip edebilirsiniz. Yarın Belçika'ya giriyoruz ve Dinant'a gidiyoruz. 130 kilometrelik bir etap. Var mı artıran?

29 Temmuz 2012 Pazar

An itibariyle

Pazar. Her yer kapalı, sokaklarda tek tük insan ya var ya yok. Strasbourg'un tarihindeki en kalabalık ve en boş güne peşisıra tanıklık ediyoruz büyük olasılıkla. Şehirden çıkmamız yaklaşık bir saat ve 15 kilometremize maloluyor. GPS'i olup en fazla yol arayan, yol soran ve en sık kaybolan grubuz. Bugün rüzgar açıkça aldığımız yolun hesabını soruyor. Yolumuz düzenli inip çıkışlarla deniyor bizi. Yerçekimi aşağı doğru asılırken rüzgar tepeden yere bastırınca başını eğmekten başka seçenek kalmıyor. En kalıpsızı 25 litre olan çantalarımızla en fazla bir afgan kamyonu kadar aerodinamik olabildiğimizden, bugün desteğinize ayrıca ihtiyacımız var. Blog'a ve facebook grubuna yazdığınız her bir yorum bir metre rakım kazandıracak gaz veriyor, lütfen arkamızdan ittirmeye devam edin.
Şu an Saverne kasabasında öğle yemeği yiyoruz. Pizza Alanya'da (bildiğin Alanya) dönerimizi yedik (bildiğin döner), önümüzde duvar gibi yükselen tepeye (bildiğin 400 metre) kafa tutmaya gidiyoruz, akşama görüşmek üzere..
Strasbourg, bir mavera ün nehir üzerine kurulmuş. Bizim şehre girdiğimiz gün de bu küçük adacığa en fazla kaç kişi sığarız denemesi yapılıyordu. Senede bir gün yapılan alışveriş festivalinin ortasında teyze ile tezgah arasındaki bir engel olmak hiç akıllıca değil. (Ama yerim olsa o paspastan bir tane de ben alırdım.) Bisikletlerimizi yakındaki bir kapalı otoparka koymak zorunda kaldık bu sefer, otel bir barbie evinden biraz daha büyük olduğu için. Sorunsuz bir gecenin ertesinde akülerimizi doldurmuş yola çıkmaya hazırız. Ayrıntılar günü geldiğinde şekillenir..

3 gün önce

Cenevre havalimanı otopark çıkışında sakin görünen bir köşeye atölyemizi kurduk. Pit stop el çabukluğu ile herkes kendi bisikletini kurmaya başladı. Benim bisikletim sert kutu (business class) içinde seyahat edeceğinden Deniz ve Çağrı kadar sarmalamamıştım, bu nedenle sünger ve blister ambalajları (patpat) aşıp bisiklete varmam daha kısa sürdü. Saat 12'yi geçiyordu ve önümüzde henüz başlanmamış 120 kilometrelik uzun bir etap vardı. kendi bisikletimin ince ayarlarını Deniz'e bırakıp yol arkadaşlarıma yardıma koyuldum. Diğer iki soft case'den çıkan bisikletlerde bir parça diğerini tutmuyordu, cantlar yamulmuş, kaza yapmış çizgi film arabası tekeri gibi yampiri dönüyordu. Yola çıkmadan bakıma soktuğumuz bisikletlerin fren ve vites ayaları darmadağın olmuştu. Hard case'e rağmen benim bisikletimde bile diskler yamulmuş, yuvalarına sürtüyordu. İstanbul' da yağ gibi kayan bisiklet demir doğrama atölyesi kadar ses çıkarıyordu.

Bu ana kadar tanı koyabildiğimiz hasarların hiçbiri tamir edilemez değildi, sadece bisikletçiye gitmemizi gerektiriyordu ve bize iş çıkartarak birinci durağımıza göre saatimizi geçe kaydırıyordu. Saat 1'e gelirken 3 bisiklet de şeklini almıştı. Son ayarlamalar yapılırken Deniz'in tezgahından okkalı bir küfür yükseldi. Arka tekeri rayında rahat dönmyordu, kısa bir muayenenin sonunda arka tekere ait fren diskinin yuvasını (balatalarını) taşıyan iki vida kulağının fren yuvası ile birlikte tekere doğru yamulmuş olduğunu gördük. Tekeri çıkarıp incelediğimizde ise iki kulaktan arkadakinin kırık olduğu ortaya çıktı. Yaklaşık bir dakika süren bir sessizlik ve hareketsizlikten sonra Deniz bina kenarındaki beton çıkıntıya oturdu, derin bir nefesin sonuyla bize tur için şans diledi ve ardından İstanbul'a dönmek için toplanmaya başladı. Saat 1 buçuğa yaklaşırken tura daha başlayamamış, dahası iki kişi kalmıtık.

Bu noktada birkaç teknik ayrıntıya değinmeye gerek duyuyorum. Tek bir vida kulağının kırılması ile koca bir Avrupa şehrinde neden diskalifiye olunur? Olunabiliyorsa da neden o kulak oraya hala konur (trenin son vagonu)? Şöyle ki, disk frenli bisikletlerde balatalarn yuvası ana kadronun uzantısı olan 2 adet kulağa vidalanmış halde bulunur. Bunlardan bir tanesi serbest kalırsa fren yuvasında döner ve zaten milimetrik bir boşlukta hareket eden diski sıkıştırır. Yani frenin tutmaması değil, tekerin dönmemesi söz konusu olur. (Bu ayrıntı tura halen devam eden Deniz'in güvenliği hakkında duyulan endişeler içindir.)

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Üçüncü yol akşamı: Freiburg

Freiburg. akşam. İç mekan, aydınlık bir otel odası. Bir tanesi ikili diğeri tekli iki geniş yatak, üzerlerinde biri bisiklet taytlı diğeri şortlu 30'lu yaşların başında iki adam ayaklarını birer ayak uzatma yastığı (daha sarışın gibi olanın fikrine göre tao'cu yastığı) üzerine uzatmış yatıyorlar. Aynı yaşlarda üçüncü bir adam banyo olduğunu tahmin ettiğimiz bir odadan çıkıyor. Diğer ikisinin aksine yüzü gözü temiz, gözleri tam açık. Duştan çıkan yatağa oturur, bu sırada yatmakta olan daha sarışın gibi olan adam kalkıp banyoya gider. Duştan çıkan ayaklarını kurularken baldırının arkasındaki yaklaşık 20 cm. lik, bir bisikletin çarkından bulaşmış yağ lekesi olduğunu düşündüğümüz izi görüp küfreder. Yatakta halen yatmakta olan, kucağına koymuş olduğu ipad'de yazı yazmaktadır. Sarışın gibi olan hızlıca duştan çıkar ve "hadi abi duşa gir, çok açım" der. "Şu bacağının arkasındaki yağ lekesini de sil, bir yerlere bulaşacak". Yatmakta olan yavaşça doğrulurken duştan ilk çıkan "bende de varmış ondan" der. Hava hala aydınlıkken şehre girebilmiş olmak, üçünün de çok garibine gitmekte ve gerçek değilmiş gibi görünmektedir.

Freiburg. Dış mekan. Izgara sosisçinin önündeki 3 ahşap masadan birinde otel odasından tanıdığmız 3 kişi oturuyor. Bitkin görünüyorlar ancak yüzlerinde oyundan yorulmuş çocuk ifadesi var. Biri hariç. Sarışın gibi olanın yüzünde katıksız bir acı ifadesi açıkça izlenebiliyor. Nefes alıp vermesi düzensiz. Ağlamaktan kurumuş gibi görünen kısık gözlerinin çevresi yumruk yemiş gibi kıpkırmızı. Gözeneklerinden ter boşanıyor, sanki terlemiyor da daha çok cildi su sızdırıyor gibi. Yanaklarından ve solungaç gibi açılıp kapanan burun deliklerinin kenarlarındaki oluklardan su yolu halinde akıp göğsüne damlıyor. Alnındaki damarlar belirginleşmiş hatta dikkatli bir göz bir tanesinde nabız bile sayabilir. Görebilseydik eğer, göz bebeklerinin daha fazla açılamayacağını söylerdik. İlk bakışta çok sevdiği bir yakınını kaybetmiş gibi ya da tarifsiz bir acıyla kıvranıyor, bunu tahmin etmek kolay değil.

Bugün toplam 73 km.lik bir sürüş sonunda Freiburg kasabasına geldik. Basel-Freiburg yolunun neredeyse tamamında bisiklet için ayrılmış, araç trafiğinden tamamen bağımsız bir yan yol bulunduğundan sürüşümüz genel anlamda çayıra salınmış yavru köpek coşkusuyla geçti. Günün son 15. kilometresinde Deniz havada yarım salto ve yarım ters flöre hareketiyle büyük beğeni topladı. Ucuz atlatılmış bu kazadan sıyrıksız kurtulan arkadaşımızı çömez bir ortopedi asistanı, kıdemlisine bile danışmadan yumuşak doku kontüzyonu şeklinde gönderirdi. Freiburg içinde bisiklet konvoyları eşliğinde yapılan kısa bir sürüş sonunda otelimize yerleştik, hızlıca aldığımız duşlar sonucunda yeniden insan görünümü kazanıp dışarı çıktık. Turun başından beri ilk kez hava hala aydınlıktı ve ilk kez sıcak yemek yeme olanağımız vardı.

Freiburg fazla kalabalık olmayan (belki herkes tatildedir?) büyükçe bir şehir. Merkezdeki eski şehrin çevresindeki katmanlar yeni kesilmiş bir ağaç kütüğü gibi seçilebiliyor. En dıştaki katmanlarda sanayii bölgeleri ve yeni apartmanlar yükseliyor. Eski şehrin Hansel ile Gratel masalından farkı yok, upuzun sivri çatıların altında maket gibi rengarenk evler arnavut kaldırımı yollarla irili ufaklı labirentler oluşturuyor. Bütün bu evler öğretmenlerinin etrafına dolanmış ilkokul çocukları gibi iki devasa katedralin çevrsine sıkış tepiş dizilmişler.
Şehirde her köşe başında onlarca bisikletin yuvalandığı geniş bisiklet park yerleri ve sayamayacağınız kadar çok bisiket var.

Yemeğe güdümlenmiş zihinlerimizin algılayanildiği kadarıyla eski şehrin merkezini turlayıp dünyaca ünlu körili sosis tarifinin iyi icra edildiğini düşündüğümüz mütevazi bir ayaküstücüye girdik. İkişer sosis ve 'Freiburgen' biralarımızı beklerken Deniz ve Çağrı kökleri ta Emine ana tantuni'nin eski zamanlarına dayanan arkaik bir tazyik yarışına girdiler. Duvarda sosislerin domates sosunun ne kadar acı olanileceğine dair bilimsel görünümlü bir çizelge vardı. Scoville acı ünitesinde 1'den 9'a kadar uzanan (ve hatta 9 numaranın 'Sir Insanity' adı ile anıldığı) ve her birinin scoville birimi yazan bu aslen uyarı yazısı, Deniz ile Çağrı arasında kısa süreli bir açık arttırmaya neden oldu. Sonuçta ihale Deniz'e kaldı ve 300.000 Scoville değerinde (Sgt. Maniac) sosis Deniz'in önüne gelirken, Çağrı 50.000 Scoville (Dr. Hot) ile salondan ayrıldı. Deniz'in ağzına bir sosis parçası atmasını takip eden olayları ben de ancak şu an bir araya getirebliyorum.

Yaklaşık bir saniye kıpırtısız kaldı. Sonra yutkundu ve ardından bir yudum bira içti. Birayı masaya koymadan iki büyük yudum daha aldı. Bu sırada yüzü kızarmaya ve kafası hafifçe büyümeye başladı (hayır bana öyle geldiğini sanmıyorum). Neden sonra ayağa kalktı, gözleri hafifçe yaşlıydı, yanlış bir şey söylemiş olabilir miyiz diye birbirimize baktık. Birasını ve sosis tabağını da alıp kapı önünde aşikar kalkma hazırlığındaki bir kadının masasına koydu. Dışarıda masa boşalmasını beklediğimizden onu takip edip ayağa kalktım. Tam bu sırada sosislerini bıraktı ve bana doğru bir kaç adım attı. Konuşamadı, ama ben onun yardım çığlığını duymuştum. Yaşlı gözleri ve devasa göz bebekleri kurtar beni diye bağırıyordu. Ama bir neden yoktu bunların olması için, tanımadığım bir düşmana karşı savaşamazdım, veteriner veya çocuk doktoru da değildim bana derdini söylemeli şuram ağrıyor demeliydi. Deniz bugün bir düşüş yaşamıştı ve ufak da olsa ağrıları vardı bunu biliyordum ama hiçbiri karşımda içine patlamakta olan bu adamın görüntüsü kadar şiddetli olamazdı. Sonra Deniz'e bir dolaştıran geldi. Dükkanın önünde ileri geri gidip gelmeye başladı ancak halen konuşmuyordu. Yaklaşık 5 dakika sonra yanımıza gelip yeniden oturduğunda, sorunun hemen az önce ağzına atmış bulunduğu sosis olduğunu öğrendik.

Şimdilik bu kadar, ilk iki günün yazıları yazı işlerinde, yarına yetişir diyorlar...

Olgar

27 Temmuz 2012 Cuma

Les Chocolambules vs. THY

Bu sene hayat okulunun beden talim terbiye dersi biraz sert geçiyor. Aksilik ve talihsizlik adına ucuz bir komedi filminde görebileceğiniz her türlü maskaralık makul bir ritm ile gerçekleşmekte, biz de kimi zaman günü kimi zaman da turun hayatını kurtarmak için türlü cambazlıklar yapmaktayız. Oysa Canım Türk kuşunun bisikletlerimizi teslim alırken sele başına 30 avro fidye istemesi sadece küçük bir şımarıklık, ücreti mukabilinde aşılabilecek alçak bir engel gibi görünmüştü. Bunun hemen arkasında canımıza okumaya and içmiş vaziyette sıraya girmiş kara kedileri o an görmemize olanak yoktu. Şu anda zaman çizelgemizde olmak istediğimiz yerde sağ ve sağlıklı bir haldeyiz endişeniz olmasın, ama şu an bize nelere mal oldu kısaca özetleyeyim.
Her şeyi Türk Hava Yolları başlattı, öfkemizin odağında da halen o ve ihtişamlı filosu duruyor. İki yıldır bisikletlerimizi sağa sola ücretsiz uçurduğu ve kabul, sunduğu hizmetin kalitesi nedeniyle tercih ettiğimiz milli kuş, bu sene bisiklet başına 30 avro taşıma ücreti istedi. Bunun üzerine biz, satış görevlisi, süpervizör, müşteri hizmetleri basamakları ile kıdem zincirini adım adım tırmandık, 90 avromuzu verip bir "şikayetiniz bize ulaştı" e-postasıyla yolumuza devam ettik. Bu noktada söylenmesi gereken birkaç şey var. Twitter'daki beyanımı düzeltiyorum, THY Fransa Turu'na sponsor olmamış sadece reklam vermiş. Neden bir havayolu firması bir bisiklet yarışına reklam verir? Sadece çok izlene uluslararası bir organizasyon olduğu için mi? Veya şirket felsefesi çerçevesinde bisiklet sporunu desteklediği ve insanları bu spora teşvik etmek gibi kutlu bir amaca hizmet etmek istediği için mi? Çünkü eğer bu kurum bisiklet ve ilintili yaşam biçimini destekliyor ise yola çıkış noktası verdiği hizmette bisikletlere bir kıyak geçmek olmamalı mı? Neyse, bu tartışma eğer THY bisikletlerimizi bizimle birlikte Basel'e getirebilseydi sürdürülebilirdi ama kuş, daha güçlü bir yumruk attı ve biz ne diyeceğimizi unuttuk.

Normalden büyük bagajların verildiği bantın kepengi yavaş yavaş kapanırken içimizdeki şüphe (tazecik edindiğimiz güvensizlik neticesinde) korku ve öfkeye dönüştü. Fazla paniklemedik, sonuçta havalimanı gibi karmakarışık yerlerde bu tip aksilikler olabilirdi. Sadece bizim bir an önce Cenevre'ye giden treni yakalayıp yarın sabah da buradan pedal basmamız gerekiyordu. Hemen kayıp/bulundu ofisine başvurduk ve durum resmileşti. Türk hava yollarından "hacı burada 3 tane bisiklet kalmış kimin la bunlar?" temalı bir mesaj almışlardı. Derya Hanım'ın yardımlarıyla gerekli kişilere normal bürokrasi işleyişinden hafifçe daha süratli bir şekilde ulaşıp gerekli evrakları doldurduk ve bisikletlerimizi doğrudan Cenevre'ye yollamalarını istedik. Bize bu operasyon boyunca çok yardımı dokunan Hale Hanım sayesinde de (evet herkes Türk bu arada..) başvuruları telefonla perçinledik. Aksiliğin sindirimi devam ederken öfkemiz ve zihinsel yorgunluk yerini yeniden turun kalan hevesine bıraktı. Cenevre'ye doğru planladığımız gibi trene bindik, tek eksiğimiz bisiketlerimiz olarak. Şimdilik her şey yolunda görünüyordu. Sabah Cenevre'yi turkadık ve 08:15 uçağından 10:25'te inecek olan bisikletlerimizi almak üzere havalimanına gittik. Dramatik bir kavuşma sahnesini takiben havalimanı otoparkında çantalarımızı açtık, kat kat ambalaj ve süngerleri söktük ve türk hava yollarının macera filmlerinde devam filmini müjdeleyen final hareketi ile burun buruna geldik..

26 Temmuz 2012 Perşembe

Başlarken

Hep yazmanin yapmaktan daha kolay olduğunu söylerler ya, bunun doğru olmadığını size ispatlayabilirim. İki yıldır yaptığımız ama bir türlü anlatmayı bitiremediğimiz binlerce kilometre var. Ev ödevlerini sürekli erteleyen ve önünde biriken yığını devamlı öteleyen ekabir bir öğrenci gibi bu blogu da önüme açıyorum. Bundan sonra gün be gün çalışıcam, son güne bırakmicam..

Serinin üçüncü filmi İsviçre'de türklerin yoğun olarak yaşadığı bir şehrin havalimanında başlayacak. Avengers serisi benzeri bir mantıkla biz de önceki iki filmin bütün kahramanlarını bir araya topladık. İlk kez üçümüz bir arada tura çıkıyoruz (şimdilik olacak gibi değil..) hatta ilk kez üçümüz birlikte yurtdışına çıkıyoruz. Ekipte yolu ve çevresindekileri deşifre eden, uluslararası ilişkilerimizin önemli bir kısmını kuran bir akademisyen, bir ortopedist (Deniz'in self-mutilasyon eğilimini göz önüne alırsak oldukça faydalı..) bir de buraya yazdığımız yazılarimızın double space'lerini düzeltmek için bir editörümüz var. Buna ek olarak 8 yıllık ortak yatılı okul geçmişimiz, ortak planlarımız ve sadece kimse bakmazken ortaya çıkan küçük oğlan çocukları benliklerimiz var. Bütün bunlar 1000 km. boyunca bir arada kalabilecek mi hep birlikte göreceğiz..

Olgar

Bisiklet Manifestosu

Bizim için yol devinimi simgeliyor, yolda olma hali ise ataleti reddetme, sürekli bir gelişme, ruhsal ve bedensel olarak onarım ve yenilenme halinde olmayı ifade ediyor. Biz, yer yüzeyinin diğer alanlarına göre canlıların daha sık basması sonucu oluşmuş en küçük seyreltik bitki örtüsü hattından, ülkeleri birbirine bağlayan devasa otoyollara dek bisikletimizin bizi taşıyabileceği tüm yolları dev bir organizmanın parçası olarak görüyoruz. Dahası yol tanımına sadece asfaltı değil, yoldan geçen kimsenin algı kapsamına sığan her şeyi katıyoruz. Böylece yol, sınırları o anda geçmekte olan kişinin algılama gücü ile belirlenmiş beş duyunun her biri için bir uyaran tüneli haline geliyor. Biz buna yolda olmanın farkındalığı adını verdik.

Bisiklet yolda olma farkındalığını ve yer değiştirme hissini en fazla besleyen taşıt aracıdır. İnsan beyninin ayrıntıları takip hızı yalnızca bir bisikletlinin hızıyla uyumludur. Yürüyüş hızında algı açlığına girersiniz ve sıkılırsınız. Herhangi bir motorlu taşıtla gezmek ise zihin akışıyla konuşan birinin sözlerini takip etmeye çalışmaya benzer. Yeterince hızlı bir taşıtta kaçırdığınız ayrıntılar, yakalayabildiklerinize nazaran kat kat fazladır (Dahası bizce o kütledeki hiçbir cisme o kadar ivme kazandırılmamalı). Uçak seyahati ise insanın ne zaman nereye gittiğini dahi takip edemediği bir anestezi halidir, ki bulutların üzerinde güneş ile zaman mekan oryantasyonu sağlamaya kendini parçalayan maceraperver uçak yolcularının daha hazin jet-lag’ler yaşadığı kaydedilmiştir. Bisiklet yavaştır, sürerken yolun kenar süsleri ayırdına varabileceğiniz bir hızla geride kalır. Böylece karşıdan karşıya geçmeye çalışan tosbağa sürüsünü size yollanan slayt gösterisinden değil kendi gözlerinizle görürsünüz.

Bisiklet ile yer değiştirirken beş duyunuz ve bilimsel temeli olmayan daha birçoğu, sizi takip edebilecektir. Beyniniz sürekli sizden habersiz veri toplar ve farkındalık adı altında bilincinize rapor eder. Böylece nerede olduğunuzu, kolunuz veya bacağınız hangi konumlarda olduğunun farkına varırsınız. Uzun mesafeleri kısa sürede katettiğinizde beyninizin kafası karışır. Kahvaltıyı bodrumda öğle yemeğini istanbulda yediğinizde, nerede ne yediğinizi anlamanızı engelleyen o sersemlik bundan kaynaklanır. Bisiklet kullanırken katettiğiniz mesafelerin ayırdına varırsınız, diğer bir deyişle zihniniz yolculuğa eşlik edebilir. Zamanında kızılderililerin uzun süre at bindikten sonra “ruhlarımız geride kaldı” söylemi ile bir süre beklemeleri de buna işaret eder.

Bisiklet rahat bir ulaşım aracı değildir, tekerin üzerinden geçtiği en küçük taşı veya asfalttaki en ufak çatlağı bile hissedersiniz, zihniniz sarsıntıyla durağanlıktan kurtulur ve öğrenirsiniz. Bisikletinizin katettiği her metre tamamen sizin harcadığınız güç ile kazanılmıştır. Bu nedenle bu metreyi dolduran her algı sizin için ilk kazandığı parayı harcama keyfi değerindedir. Dik bir yokuş tırmanırken yükseldiğiniz rakım kazandığınız potansiyel enerjiden ibaret değildir, yeterince ağrı duymuşsanız o rakım sizin için bir hazineye dönüşür. Birden kendinizi bulunduğunuz yükseklik için cimrilik yaparken bulursunuz. Yolunuz yüksekliğini tatlı bir eğimle iktisatlı kaybetsin istersiniz, dik bir iniş savurganlık gibi gelir. Bisiklet kullanmak bir yolda olma sürecidir. Bilinenin aksine, eğer bisiklete binmeyi seviyorsanız amacınız gittiğiniz yere bir türlü varamamak ve daima sele üzerinde kalmaktır.

Bisiklet ile durmak da kolaydır. Yolda bir ağacı patikayı çeşmeyi beğenirseniz durup yanına gidebilirsiniz. Motorlu taşıtların uyandırdığı "yola çıkılan ve varılan yerler arasındaki klimatize tünel" hissi bisiklette yoktur.

Bisiklet bir yarış aracı değildir. İnsanoğlu antik bir mirasın hükmüyle her cisim veya varlık üzerinden yarışabilir ayrı konu. Ayrıca tamamen insan gücüyle ivme kazanabilmesi nedeniyle bu noktada yarışan bisiklet değil bisikletçidir. Biz aramızda daima varolan ve diyalektiğimizi körükleyen tatlı rekabete rağmen bu bisiklet turunda yarışmıyoruz. Amacımız bisiklet sürmek ve bu sürüşü dağarcığımızı en görkemli ve en güzel algılarla besleyebilecek bir rotada yapmak. Ruhsal ve bedensel anlamda serpilip gelişmek, turun sonunda başlayan bisikletçilerden farklı olmak.

Buraya yazdığımız her satırı, yol boyunca yakalayabildiğimiz algıların bizde uyandırdığı anlamları olabilecek en güzel şekilde anlatabilmek için kaleme alıyoruz. Bu günceyi okuyanlarda uyanacak en ufak "yerimizde olma isteği" bizim en temel ve saklı hedefimizdir.

Olgar 2010

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Sevgili THY

Sen bu mesajı okurken, biz uzaklara doğru, taşıma parasını ödettiğin bisikletlerimizden mahrum bir şekilde yol almakta ve sana hâlâ küfretmekteyiz. Şu ana kadar kulakların çoktan çınlamış hatta aile fertlerinden telefon almaya başlamışsındır diye düşünmekteyiz, keza bol bol hatırlarını sorduk. Her neyse, yarın sabah görüşeceğiz tekrar, bu sefer Cenevre'de. Sana sevgi dolu laflar hazırladık. Umarız hayırlısı ile bisikletleri yarın sabah bize sağlam bir şekilde teslim edersin de, aramızdaki seviyesi hızla düşmüş olan ilişki kabul edilebilir bir noktaya gelebilir. Sen ki havayolları piyasasının en pahalı biletlerini satıyorsun ve sen ki Tour de France'a sponsor olmuş olmanın 'tamamen duygusal' gururunun reklamını bangır bangır yapıyorsun, neden hiçbir esneklik göstermeyip bizden bisiklet başına 30 € alıp da, kayak takımlarını, golf çantalarını bedava uçuruyorsun?! Hadi bunu yaptın, bisikletleri faturası ile teslim aldın, üstüne geri vermiyorsun! Sen ne yapıyorsun biz anlayamadık?!



Neyse...

Bugün bir bisiklet parasını o ya da bu vesile ile çeşitli ve beklenmedik yerlere harcadıktan sonra, şu anda tren vasıtası ile Basel'den Cenevre'ye gitmekteyiz.



Bendeniz Deniz'den şimdilik bu kadar, sevgiler, saygılar.